ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

İKİNCİ YENİ ŞİİRİNDE BİR YAŞAM ALANI OLARAK
KENT ALGISI

Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER*

TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/

ÖZ: Var oluşunu bireysel sorgulamalarla anlamaya gayret edip
kendi aydınlanmasını gerçekleştirebilmiş olan bir kimse için, yaşanılan
kentin de mahallenin de sokağın da evin de farklı bir duyuş ve kabulleniş
biçimi vardır. Dolayısıyla insanların yaşadıkları mekânla/kentle dünyayı
anlamlandırmaları arasında mutlak bir ilişki söz konusudur.

İkinci Yeni Şiiri, göçebelikten kurtulup kenti bir yaşam alanı ola¬
rak kabul eden insanı merkeze alır. Bu insanın yaşanmışlığını, zedelen-
mişliğini, mecbur bırakılmışlığını ve insanî tarafının geri plâna itilerek
modern tüketimin öznesi haline getirilişini şiirselleştiren bir hareket ola¬
rak belirmektedir.

Bu şiir hareketinin içerisinde yer alan şairler, özellikle 1950 ve
1970 arasında meydana getirdikleri metinlerle, insanî tıkanmışlığı bizzat
yaşayan ve kentlileşmeyle birlikte içi boşaltılan yaşam alanlarının huzur¬
suzluğunu hisseden kimselerdir.
Benleri etrafında örgülenen ve bireysel
varlık alanlarına ulaşmalarına engel olan kente/modern dünyaya ait husus¬
ları yine “bentlerinden hareketle dile getiren İkinci Yeni şairleri, sözü
edilen gayretle aynı zamanda, Modern Türk Şiiri'nin sistemli bir yapı içe¬
risinde kuramsallaşmasına da imkân tanımışlardır.

Anahtar Kelimeler: Medeniyet, kent, İkinci Yeni Şiiri, Cemal
Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever

At The Poetry of İkinci Yeni (The Second New), the Perception of the
Urban as a Habitat

ABSTRACT: The city, the neighborhood, the street and the home
all have their unique meanings for the individual who embarks upon a
process of self-inquiry to make sense of his worldly existence and then
achieves self-enlightenment. There is therefore an absolute connection be¬
tween spaces/cities of habitation and processes of meaning-making.

The poetry of the İkinci Yeni takes the individual who, upon set¬
tling into a sedentary lifestyle and adopting the urban space as his lebens-

Kırıkkale Üni. Fen-Ed. Fak.TDE Böl. ibrahimtuzer@yahoo.com

raum into center. İkinci Yeni turns as a movement poeticizing the experi¬
ences, sufferings, burdens of individual subjected as modern consumption
regardless of human aspects.

With the works they created especially between 1950 and 1970,
poets affiliated with this movement expressed their own experiences in
limbo, characterized by a dissatisfaction arising from cosmopolitan for¬
malism. They utilized their “self’s as springboards to jump into expres¬
sions of issues that revolved around their individual experiences and per¬
tained to the city/modern world to ultimately prevent them from creating
unique spaces of individual being. Their literary practices have allowed
“Modern Turkish Poetry” to institutionalize systematically.

Key Words: Civilization, city, İkinci Yeni Poetry, Cemal Süreya,
Ece Ayhan, Edip Cansever

“Şiirimiz kentten içeridir abiler”

Mor Külhani/Ece AYHAN

“Stadt luft macht frei” / “Kent havası insanı özgür kılar”

Alman Atasözü

Giriş

İnsanların dünyayı anlamlandırmalarında yaşadıkları mekâ¬
nın/kentin rolü ve değeri vardır. Çünkü insan kimliğinin oluşmasında
mekân son derece önemlidir. Her türlü ilişki ve olay, mekân-insan arasın¬
daki münasebetle şekillenir. Kişiler burada tamamladıkları kimlikleri ve
ifadeye çalıştıkları
varlıklarıyla etraflarında yer alan nesnelere bakar;
olup biten hâdiseleri bu mekânlardaki donanımları nispetinde algılamaya
çalışırlar. İnsanların madde itibarîyle işgal etmiş oldukları bu yerler, mak¬
ro düzeyden mikro düzeye kadar bilinçlerinin yönelimine ve genişleme¬
sine imkân tanır. Kent, makro mekânların önemli bir durağı olurken insa¬
nın kendi kozmosunu oluşturduğu “ev” de mikro plânda bir
yuva işlevi
görmektedir. Gaston Bachelard’ın dediği gibi
ev, insan yaşamında kaza¬
nılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunların sürekli olmasını kılar ve
insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, hayatında yaşadığı fırtına¬
lara karşı da ayakta tutar. Dolayısıyla
“insanların evi dünyaya açılır”
(Bachelard 1996: 35).

Evden sokağa, sokaktan mahalleye, mahalleden kente taşan insanın
dünyası, maddî kazanımlarının büyüklüğünden ya da çokluğundan ziyade
insan ruhunun enginliği doğrultusunda genişlik kazanır ve çoğalır. Sözü¬
nü ettiğimiz bu çoğalma, fiziksel olarak evde, sokakta,
mahallede, kentte
ya da dünyada kaplanılan mekândan öte insanın kendi varlık şartlarının
farkına vararak ruhunu karanlıklardan aydınlığa taşımasıyla ilgilidir. İşa¬
ret ettiğimiz bilinç düzeyine ulaşarak
ayıklık halini yaşayan insan, kente
ve onun içerisinde olup biten hiçbir şeye kayıtsız kalamaz. Özellikle bu
mekânlarda meydana gelenler, gelip geçici olan gündelik kazantmların
peşini kovalayan “modern insan”dan daha çok, zamanın ve mekânın far¬
kına varmak isteyen
insan için daha anlamlı hale gelir. Modernitenin içini
boşaltarak anlamdan yoksun bıraktığı bir hayatın ötesinde var olmak iste¬
yen bu insan, esaslı bir
farkındalık sürecini aşarak Martin Heidegger’in
sözünü ettiği
“otantik olmama”/“var olmayı unutma” durumundan
“otantik olma”/“var olmayı düşünme” durumuna geçer (Steiner 2003:
75-83).

Kentlerin birer yaşam alanı olarak ortaya çıkmasından bu yana
üzerinde sürekli tartışıla gelen konu, kent-medeniyet ilişkisidir. Asırlar
evvel bu konu üzerine sarih bir biçimde fikir ileri süren İbn Haldun
(1332-1406),
“bedevîlik - hadarîlik” şeklinde adlandırdığı “göçebe/kır”
ve “yerleşik/kent” hayatının temelinde ekonomik sebeplerin yer aldığını
ifade etmekte;

“toplumların ahvalinde görülen farklılık, sadece onların ge¬
çim yollarının farklı oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü insanların
toplu olarak yaşamaları, sırf geçimlerini sağlamak maksadıyla
yardımlaşmak içindir. Geçimlerini sağlamak için de hâcî (lüzumlu)
ve kemâlî (lüks) ihtiyaçlardan evvel zarurî ve basit olan şeylerden
işe başlarlar”
(Haldun 2004: 323).

diyerek insanlığın var olduğu günden bu yana değişmeyen ve modern
zamanların en merkezinde duran paradoksal bir hakikate işaret etmekte¬
dir:
İhtiyaç ve Tüketim.

“Hâcî” ve “kemâlî” ihtiyaçlarının sınırının neresi olduğunu henüz
bulamayan insanoğlu durmadan istemekte ve bu ihtiyacını da neyi tüket¬
tiğine aldırmadan karşılama gayretindedir. Kent ve buna bağlı olarak
gelişen medeniyetin, İbn Haldun’un çok net bir biçimde işaret ettiği bu
hakikat neticesinde ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Medeniyetin
merkezi olarak kabul edilen kentler artık kendine özgü bir insan tipi mey¬
dana getirmiştir. Kent ve modern yaşam, Georg Simmel’in “Metropol ve
Zihinsel Yaşam” adlı makalesinde ileri sürdüğü fikirler doğrultusunda
söylersek, “ayırt edici bir varlık hüviyetiyle insandan kır hayatının gerek¬
tirdiğinden daha farklı bir bilinçlilik talep eder. Bu bilincin en önemli
özelliği, psikolojik temelli olması ve sinirsel uyarımın şiddetlenmesine
dayanmasıdır. Kentteki hayatın sürekliliği, hızlı temposu, süratle ve kısa
aralıklarla değişen algısal uyarıları kentin insanını, kendisini koruyacak
zihinsel bir yapı geliştirmesine yol açar. Bu zihinsel yapı, modern insanın
duygularından daha çok bilincini kuvvetlendirir ve onun kalbinden ziyade
aklıyla hareket etmesine meydan verir. Bu tavrın en nihayeti ise ayırt
etme yeteneği tamamen körelmeye yüz tutan
‘bezgin’ (blase) karakterli
bir insan tipinin ortaya çıkmasıdır” (Simmel 2005: 169 - 173).

Dikkat çekmeye çalıştığımız bilinçlilik, bizim yukarıda işaret etti¬
ğimiz
ayıklık hali ile tamamen zıt ve otantik olmayarak “var olmayı
unutma”
dolayımında ortaya çıkan bir bilinç düzeyidir. Nitekim kentin
merkezinde yer alan ve kendini ihtiyaçlarının sınırsızlığına inandırarak
sürekli tüketen modern zihnin en önemli özelliği
hesapçı olmasıdır. Bu
insan “beni” etrafında toplaşan nesneleri ve meydana gelen olayları sade¬
ce
“Kaç para?” sorusuna indirger ve hayatının tüm gerçekliğini hesap
ederek
yaşar. Parayı her türlü değerin ortak paydası haline getiren kent
insanının bu tavrı, diğer insanlarla da çıkara dayalı bir ilişki kurmasına
neden olur. Kentte kurulan insanlar arasındaki ilişkiler, yüz yüze de olsa
bu iletişim özde, “kişisel, yapay, geçici ve parçalıdır” (Wirth 2002: 91).

Kentlileşme ile birlikte ortaya çıkan ve kapitalizmin küreselleş¬
meyle içli dışlı olması neticesinde son yüzyılda en trajik boyutuna ulaşan
“modern insan”ın kendine/kendiliğine olan yabancılaşması, Spengler’e
göre tam bir
“yurtsuzluk”tur (Martindale 2005: 68). Modern yaşam alan¬
larındaki betondan zırhlara sığınarak ruhundan ziyade maddî olan varlı¬
ğım korumak için geliştirmiş olduğu uzuvla/‘zihni bilinç’le kök salmaya
çalışan kentli insan, her gün bir kez daha ayağının altındaki toprağın kay¬
dığım hisseder. Onun gelenekten, metafizikten ve kırla sembolize edilebi¬
lecek aslî değerlerden koparılışını esaslı bir biçimde ifade eden “yurtsuz-
luk”, metaforik anlamda ele alındığında kalp ve akıl birlikteliğinin uza¬
ğında anlamlandırılmaya çalışılan bir hayatın sahibi olan günümüz insa¬
nının
“zeminsizlik anksiyetesi”yle (Yalom 2001: 351-352) ruhunda açığa
çıkan tıkanmışlığı da işaret etmesi bakımından önemlidir.

Yaşanılan bir mekân olarak kent-medeniyet-insan geçişliliği ile il¬
gili buraya kadar işaret etmeye çalıştığımız çıkarımlar, İkinci Yeni Şii-
ri’nin ortaya çıktığı dönemdeki bireyin kuşatılmışlığını biraz daha netleş-
tirebilmektedir. Nitekim bu şiir akımı 1950’lerden itibaren, çok partili
hayata geçişin bir nebze de olsa insanlara vermiş olduğu serbestlikle,
Türkiye’nin yavaş yavaş küreselleşen kapitalizmin ağına takılmaya baş¬
ladığı; köylerden şehirlere göç ederek
kentlileşen/modernleşen, fakat
kentlileşirken
kır'a ait tutum ve davranışlarından vazgeçmeyen insanların
meydana geldiği bir dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla
İkinci Yeni Şiiri, yerleşik hayata geçerek kenti bir yaşam alanı olarak
kabul eden insanı merkeze alır. Bu insanın yaşanmışlığını, zedelenmişli-
ğini, mecbur bırakılmışlığını, insanî tarafının geri plâna itilerek modern
tüketimin öznesi haline getirilişini şiirleştiren bir hareket olarak belirmek¬
tedir.

Bu şiir hareketinin içerisinde yer alan şairler özellikle 1950 ve
1970 arasında ortaya koymuş oldukları metinlerle, üzerinde durduğumuz
tıkanmışlığı bizzat yaşayan ve kentle birlikte yeni yaşam alanlarının hu¬
zursuzluğunu hisseden kimselerdir.
Benleri etrafında örgülenen ve birey¬
sel varlık alanlarına ulaşmalarına engel olan kente/modern dünyaya ait
hususları, yine benlerinden hareketle dile getirmişler ve
Modern Türk
Şiirinin
sistemli bir yapı içerisinde kuramsallaşmasına imkân vermişler¬
dir. Büyük kentlerde oluşan gettolarda modern yaşam alanlarından uzak,
“görünüşü ile gerçeği aynı olmayan, görünüşü başka aslı başka bir biçim¬
de
‘mış gibi’ yaparak yaşayan” (Cüceloğlu 2005: 19) insanların kentin
içerisinde tutunmaya çalışmaları, tutunurken öznelliklerini yitirip modern
zamanın yıpratıcılığına karşı koyamamaları, İkinci Yeni tarafından işaret
edilmeye çalışılmıştır.

Burada önemle ayırtına varılması gereken husus, kimi zaman
ironize edilerek, kimi zaman bir gerçekliğin dile getirilişi olarak, kimi
zaman da aşkların, inançların, huzursuzlukların ya da yaşanmışlıkların
barınağı biçiminde şiire farklı farklı karakter, simge, metafor ve
imajinatif söyleyişle konu edilen
kent ve içerisindeki modern insanın
durumudur. İkinci Yeni metinlerinde yer alan bu insandan bize ulaşan,
beşerî yanlarımıza dokunan ve bütün yalınlığıyla kendimizle, zaaflarımız¬
la, sahiciliğimizle, dünyada bulunuyor oluşumuzla yüzleşmemize neden
olan bir
bağ söz konusudur. Bizler bu bağ sayesinde kendi yaşantımızda¬
ki gerçekliğe bakar; kentle, modern hayatla, ihtiyaçlarımızla, tüketim
araçlarıyla ve insanîliğimizle kurmuş olduğumuz ilişki karşısında
ayıklık
hali
ni elden kaçırmamaya çalışırız.

Fakat yukarıda sözü edilen bağın kurulması için gözden uzak tu¬
tulmaması gereken bir nokta vardır. O da bizlerin metne yaklaşım tarzıyla
ilgilidir. Eğer bir okuyucu, karşılaştığı İkinci Yeni ya da bir modern şiiri
Umberto Eco’nun tarif ettiği gibi
“örnek okur” (Eco 1996: 35) seviye¬
sinden anlamlandırıp o metnin satır aralarına kendini dâhil ederek şiirin
anlamını tamamlamaya çalışıyorsa metinle
beni arasındaki bağı kurabili¬
yor demektir. Diğer taraftan tek bir okumayla metnin derin anlam alanına
nüfuz edemeyecek olan “sıradan okuyucu”, İkinci Yeni ve modern şiirin
en önemli özelliklerinden biri olan imgelem dünyasının sınırlarından içeri
sızamayacak, dolayısıyla da
yaşanmışlıklar düzeyinde bile olsa bir refe¬
rans değer elde edemeyecektir.

Kenti bir yaşam alanı olarak ele alıp bu mekâna insan merkezli
yaklaştığımızda İkinci Yeni Şiiri’nin kente dair en temel algı biçimini de
işaret etmiş oluruz. Nitekim sadece kente değil, insana ve onunla ilgili her
türlü oluşuma sözü edilen perspektiften bakıldığında, poetik olarak İkinci
Yeni’nin hususiyeti de anlaşılabilecek; bu şiir akımının modern şiirimizin
kök salmasında ortaya koymuş olduğu açılım alanları netlik kazanabile¬
cektir.

1. İkinci Yeni’nin Kent İzleği ya da Yabancılaşmanın Nesnesi
Olarak II. Yeni Şiirinde Kent

insanın kendi benliğiyle irtibatım keserek başkalarının güdümüne
girmesi ve gerçek benliğiyle olan içsel temasım ortadan kaldırıp
“yaban¬
cılaşan”
bir varlık olarak “kendinden kopma hali”ni (Cevizci 2005:
1728) yaşaması, kent içerisinde daha hızlı olmaktadır. Şehirde sürdürülen
hayat tarafından kuşatılarak bireyselliğini ve özgünlüğünü yitiren; kentin
ve toplumun istediği forma girerek sıradanlaşan modern insan, kendine
ve çevresine yabancılaşmaktan kurtulamaz. Sözünü ettiğimiz bu yabancı¬
laşma ve sıradanlaşma içerisinde Gordon Marshall’in tarif ettiği
“toplum¬
sallaşma”
(Marshall 1999: 760) süreci de vardır. Kent içerisinde bulunan
insan, birtakım toplumsal rolleri yerine getirmek zorundadır. Modern
zamanların yöneticileri tarafından belirli normlarla şekillendirilen bu
mecbur bırakılmışlıklar, ikinci Yeni Şiiri’nin çok sık olarak işaret ettiği
birer baskı alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Edip Cansever’in (1928-1986) Ben Ruhi Bey Nasılım adlı şiir kita¬
bında yer alan “Kısa Bir Not: Konakta Son Gün Ve...” adlı metin, tam da
kent-yabancılaşma-toplumsallaşma fenomeninin yitiği olarak “modern
insan”ı işaret etmektedir. Cansever şiirinde, onun mecbur bırakılmışlıkla-
rını ve sıradanlaşarak anlamdan yoksun olan yaşantısını ‘kentsoylular’
özelinde ironize ederek dikkatlere sunar. Şairin kendi yaşamından hare¬
ketle çıkmazlarını ve tıkanmışlığını bildiği kentin ve kent insanının halle¬
rini, Ruhi Bey karakteri üzerinden içselleştirerek ortaya koyması aynı
zamanda sahici bir yaşanmışlık ve beşerî bir durumdur. Şair, aşağıya
örnekleyeceğimiz dizelerde görüleceği gibi, ‘kentsoylular’ın çoğu zaman
neonlar altında görülemeyen yanlarını açık eden bir üslûpla sesini yüksel¬
tir:

(...)

(Ah, ne de çok şeyleri vardır da, nasıl
Hep böyle yerinde harcar bu kentsoylular.)

Giysiler giysiler gene giysiler

Fiyonklar, boncuklar, payetler

Değerli-değersiz, sahici-yalancı

Türlü türlü iğneler, yüzükler ve kolyeler

Önce hep nasılsınızlar, lütfenler, oturmaz mısınızlar

Denenmiş iç geçirmeler, gizliden bakışmalar

Ve yaldızlı cümleler

Bu pazar ne yaptınız? Hangi pavyonda? Sahi mi?

İğreti kahkahalar, ucuzundan gülmeler
Bacak bacak üstüne atmalar, yerlere uzanmalar
Sigaralar içkiler

Sonra gene içkiler, hiç bitmeyen içkiler
Ve dudaklar ve gözler, ince uzun boyunlar
Memeler, kalçalar, kıçlar, falluslar
Ve yavaştan seviciler, ibneler
Poz kesen jigololar.

(Nasıl da vaktini bilir her şeyin

Ve vaktinde girişirler her şeye bu kent soylular.)

(...)

(Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz

Görseniz nasıl ince

Nasıl da kibardır bu kentsoylular.)

(...)

(Kim ne derse desin iyi bilirler kovulmayı da
Azıcık sırıtırlar azıcık da şakaya filan alırlar
Ve usuldan ve bozmadan hiç durumlarını
Çıkarlar kırıtaraktan dışarı
Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.)

(Cansever 2007: 74-76)

Yukarıdaki dizelerde özellikle ‘Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz’ şek¬
linde yer alan söz grubu, sınırlarını giriş kısmında çizmeye çalıştığımız
kente ve bura insanının özelliklerine aşina olmayan insanlara yönelik bir
hitap olarak belirmekte; ‘kentsoylular’ın hallerini ifşa etme şeklinde orta¬
ya çıkmaktadır. ‘Utanmayı bilmeyen’ ve ‘kokuşmuş’ olan bu şehir ahali¬
sinin aslında en büyük problemi “yalnızlık”tır. Bir taraftan yalnızlığı
“özgürlük”le eş değer görüp sürekli arzularken diğer taraftan
tek başına-
lık
ve bırakılmıştık korkusuyla hayatını hep bir şeylere yaslayarak devam
ettirmeye çalışır. Bu nedenle kentli insan, yalnızlıktan/özgürlükten daima
kaçar. Yaşamış olduğu bu paradoksal durum ‘kentsoylu’nun sürekli pe¬
şinden koşması gerektiği, yetişmek zorunda kaldığı kaotik bir ortam ya¬
ratmasına neden olur. Kent, tam da böyle bir ortamdır ve buranın ortasın¬
da bulunanın kendinin farkına varmasına, bilinçlilik düzeyinin toplumsal
kuşatılmışlıktan sıyrılarak nesnelerin boyunduruğundan kurtulmasına
engel olur. Dolayısıyla Cansever’in işaret ettiği gibi kentin insanı, ‘giysi¬
ler’, ‘fiyonklar’, ‘boncuklar’, ‘değerli - değersiz’ ve ‘sahici - yalancı’
nesnelere sığınarak hayatının içini daima boşaltmakta; büyük bir karmaşa
ve uğultu içerisinde yaşayıp gitmektedir.

Yabancılaşmanın önemli bir itici unsuru olarak kabul edilebilecek
olan tüketim, modern toplumların bir araya geldikleri kentlerde en üst
seviyede yaşanmaktadır. Bu “kalabalığın” içerisinde sıradanlaşarak tüke¬
nip giden insanı, Daryush Shayegan’ın ifadesiyle
“yaralı bilinç” olarak
tarif etmek mümkündür. Geleneksel toplumlarda meydana gelen kültürel
şizofreniyi inceleyen Shayegan’a göre “bütün toplumsal evrimler birer
yabancılaşma sürecidir. Çünkü insanın doğal karakterini değiştiren ve
onu, tutkuları ve tatmin edilmemiş arzularıyla yaşayan yabancılaşmış bir
varlık haline getiren bizzat toplumdur” (Shayegan 1991: 43-44). Burada
Ortega Y Gasset’in
“toplum, topluluk, koskoca bir ruhsuzluktur” yargısı¬
nı da hatırlamak isabetli olacaktır. Gasset, bu toplulukta yaşayan insanın
kendini “insanlık”tan çok
“insanlık dışı ortam” içinde bulacağını belirtir
(Gasset 1999: 26).

Kentin ve modern zamanlardaki baskı alanlarının insan bilincinde
meydana getirdiği kırılma, Edip Cansever şiirinin merkezinde duran bir
olgudur. Bir tür bilinç yanılsaması olarak da adlandırabileceğimiz bu
durum kendini en çok da modern bireyin yok saydığı ruhu üzerinde gös¬
terir. Yalnızlık ve “sıkıntı” şeklinde ortaya çıkan; kişisel anlam eksikliği
nedeniyle her türden eğlenceyi ve hazzı talep eden bu bilinç, kenti de
içine alarak tüm değerleri tüketilecek bir nesne olarak algılar. Sıkıntı’nın
fenomolojik boyutu üzerine bir tür düşünme biçimi geliştiren Svendsen,
modern birey için yaşamının merkezinde yer alan olgunun
“sıkıntı ” ol¬
duğunu ileri sürer ve “modern teknolojinin bizi gittikçe daha fazla seyirci
ve edilgen bir tüketici haline getirdiğini dile getirir. Bundan dolayı da
kentli insanın daha az etkin katılımcı haline geldiğini işaret eder ve bu
durumun bizi anlam bakımından yetersiz kıldığını belirtir (Svendsen
2008: 35-36).

Cansever’in Umutsuzlar Parkı'ndan Tragedyalar'a, Çağrılmayan
Yakup’tan Ben Ruhi Bey Nasılım'a
ve Bezik Oynayan Kadınlardan Otel¬
ler Kenti
adlı şiir kitaplarında bir araya gelen metinlere, kimi zaman lirik
kimi zaman da epik bir tondan konu olan bireylerin hemen hemen tama¬
mı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız türden bir tıkanmışlığı, yalnız¬
lığı ve
sıkıntıyı yaşar. Aşağıda “Umutsuzlar Parkı I” ve “Tragedyalar III”
adlı iki farklı şiirden vereceğimiz alıntılarda dikkat çekmeye çalıştığımız
husus belirginleştirilir. Bu metinlerde yer alan ‘park’, ‘karanlık’, ‘sak¬
lanmak’, ‘loş’, ‘korku’, ‘siyah’, ‘acı’, ‘mor’, ‘sıkıntı’, ‘dernek’, ‘üye’,
‘memur’, ‘banka’, ‘suçlu’ ve ‘yalnızlık’ gibi kelimelerle meydana getiri¬
len çağrışım alanları, kent ve buraya sıkışıp kalan huzursuz insanın anlam
dünyasını gözler önünde canlandırır:

Biliyorsunuz parkların

Sizi çağıran tarafları

İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı

Orada saklanıyor onlar

Çünkü her türlü saklanıyorlar orada

Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla

Dağınık mavisiyle gözlerinin

Sevgi vermez kadın uçlarıyla

Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak

Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin

Yalvaran bakışlarıyla - nasıl da sevimsiz -

En kötüsü, belki de en kötüsü

Bir duygu açlığıyla soluyarak

Parklara yerleşiyorlar, parkların

Onları çağıran köşelerine

Bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah

Bacak aralarından

Çömelmiş, öyle sakin

Selamlıyorlar

"Günaydın" diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına

Kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından

Birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor

Acılar alıp veriyor dünyadan

Mora kaykılmış diz kapaklarına

Dillerini gösteriyorlar, dizkapaklarım

Bir sıkıntı şiiri gibi

Sıkıntı

İşte

Tam orada duruyorlar.

(Cansever 2008: 159)

(...)

Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız

Durmadan yalnızsınız.

(Cansever 2008: 299)

Turgut Uyar’ın (1927 - 1985) 1949 yılında yayımlanan Arz-ı Hal
adlı ilk şiir kitabında, yukarıda ifadeye çalıştığımız kent-yabancılaşma
bütünlüğünü işaret eden şiirler dikkat çekmektedir. Bu metinlerden “Şe¬
hitler” adlı şiirde şair, köyden, kentten, sahilden, hapishaneden bir araya
getirdiği ‘çocuk’ları aynı ülkü değer etrafında savaşa gönderir ve vatan
için can verdirir. Fakat bu çocukların her birinin yaşadıkları mekânlardan
dolayı farklı özellikleri vardır:

Sen,

Adını bilmediğim bir köyde doğmuşsun..

Kucak kucağa büyümüşsün toprakla,

Yorulmuşsun, sevmişsin
Harman yapmışsın,

Çocuk yapmışsın,

-Topraktan korkum yok ki zaten-
Diyebilmişsin ölürken.

Sen,

Bir şehir çocuğuymuşsun,

Dev makinaların gıdası olmuş kanın.

Büyüyememişsin

Sevememişsin.

Son merdane hücumunda manganın,

Şehit olmuşsun.

(...)

Sen şehir çocuğu,

Sen orospu çocuğu, hepiniz,

Toprağın nemli bekâretindesiniz.

Kitaplarda, türkülerdesiniz.

Hatıralarınız ıssız kasabalarda kaybolmuş,

Kiminin kızı hizmetçi,

Kiminizin karısı metres tutulmuş,

Dünya nimetlerinden kırıntılar dişlerinizde..

(Uyar 2002: 27-28)

Çağrıştırdıkları ve düşündürdükleriyle masumiyeti, saflığı ve gü¬
nahsız olmayı imleyen ‘çocuk’, ‘şehir’, ‘köy’ ya da ‘hapishane’ dolayı¬
sıyla şair tarafından farklı anlam alanlarına meydan verecek biçimde kul¬
lanılmıştır. ‘Köy’ün, ‘toprak’la ve ‘kucak kucağa’/sarmaş dolaş olma
haliyle ele alınmasına karşın ‘şehrin’, ‘dev makinalar’, ‘gıda’, ‘kan’, ‘bü-
yüyememe’, ‘sevememe’ ve son olarak ‘hücum’ sözcükleriyle ifadelendi-
rilmesi, yukarıda işaret edilen kent merkezli yabancılaşma ve toplumsal¬
laşmayı örneklemesi bakımından dikkat çekicidir.

Turgut Uyar, çok etkin bir biçimde kullandığı tahkiyeli üslûbuyla,
küçük, dar ve ilişkilerin daha derinden yaşandığı kasabalardan kente ge¬
len insanların yalnız, sinik ve yabancılaşarak sıradanlaşan yaşamlarını
anlatır. “Sular Karardığında Yekta’rnn Mezmurudur” adlı şiirinde,

“Akçaburgaz bir küçük kentti
Küçük evleri olan bir kentti
Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
Kalktım bu büyük kente geldim
(...)

Yalnızlığım sığmadı kente
Çünkü dağlara alışıktı bana alışıktı
Birden evlere sokaklara çarptı
Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı
Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır
Akçaburgaz’da mutluydum onunla
Hoşnuttum ondan”

(Uyar 2002: 166-167)

diyen Akçaburgazlı Yekta, kentteki uyumsuzluğuyla dikkat çeker. Aynı
“Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” şiirinin kahramanı “Malatyalı Abdo”
(Uyar 2002: 304-310) gibi, o da kalbiyle aklı arasına giren modern kent¬
lerin karnavallaşan yapısı karşısında tutunamaz. Topraktan kopmuş ol¬
manın verdiği şaşkınlıkla
“bu şehri nasıl yapmışlar böyle üst üste, ne
gökyüzü komuşlar ne günaydın, ne buldularsa getirmişler dağların ova¬
ların dışında...”
(Uyar 2002: 148) diyerek, birbirinin aynısı olan insanla¬
rı, nesneleri, yapıları algılamaya çalışır.

Kentin içerisinde kendi sesini ve kimliğini kaybederek “herkes”
gibi yaşayan insanın en temel sıkıntısı, bu yabancılaşma-
dan/“herkesleşmeden” doğan huzursuzluktur. Uyar’ın şiirlerinden bize
ulaşan en önemli husus bu huzursuzluğun vurgulanmasıdır. Şair, “Kanadı
Menekşeli İyi Uzun Balkon” şiirinde yer alan
“O bütün huzursuzluğumuz
olan şehir boşaltıyor ayak sesi demirlerini yorgun yüreklerimize”
(Uyar
2002: 194) dizesiyle işaret etmeye çalıştığımız esası dile getirir. Fakat
belirginleştirilen bu durum karşısında, sanayileşmeyle birlikte birer tüke¬
tim merkezleri haline gelen kentteki küçük insanın yapabilecek hiç bir
şey yoktur. Zaman zaman
ben ne yapıyorum? sorusu akla gelse bile içeri¬
sinde bulunduğu kent ve tatmin edilmesi gereken hazlar, onu kendi anafo¬
runa çeker ve modern insan hiçbir zaman
tamam olamaz. Turgut Uyar
kentli insanın bu yarım kalmışlığına,
“hüzün” sözcüğünün çağrışım alan¬
larıyla “Kıştan Kalan Soğukluk” ve “Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin
Hüznüne Gazel” adlı şiirlerinde işaret eder:

(...)

kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye

(Uyar 2002: 453)

(...)

ve onun hüznü vardı

“Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kulla¬
nılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz güm¬
rükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma.
bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir
savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu.
kibritler. sinemalar. Ve.”

onun hüznü vardı
(...)

(Uyar 2002: 328)

‘Kanın’, ‘ateşin’ ve de ‘seslerin’/sözlerin içinin boşaltıldığı; insa¬
nın kullan at anlayışıyla sanal mutluluklar peşinde olduğu modern kent¬
lerde geçerli ve itibar edilen tek değer, insanların madde itibariyle kapla¬
dıkları yer, diğer bir ifadeyle, gölgelerinin büyüklüğüdür. İçsel bir derin¬
likten ziyade nesnelerinin genişliğini önemseyen kent insanını bekleyen
en büyük tehlike, kendi gölgesi tarafından ele geçirilmektir. Gölgesi tara¬
fından ele geçirilen bir insan, Carl Gustav Jung’un tarif ettiği şekliyle,
“kendi ışığım keser ve kendi tuzağına düşer. Eline geçen her fırsatta baş¬
kalarının üzerinde olumsuz etki bırakır ve sürekli kendi düzeyinin altında
yaşar” (Jung 2003: 56). İnsan yaşamının esas gayesi ise gölgesi tarafın¬
dan ele geçirilmeden, kendi karanlıklarım aydınlığa çıkarmak, eksiklikle¬
rini tamamlayarak zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. Ancak sözü
edilen bu eşik atlanıldığında insan tamam olmuş/tamamlanmış sayılır.
Yine Jung bu “ayık olma” ve “otantik yaşama” halini, insanın merkeze
kendi yapıp edebilirliliklerini koyarak dünyayı “tamam-etme eylemi”
(Jung 2003: 9) olarak adlandırır.

2. İktidarın Uzağında, Kentin Ortasında Kalan ‘Sıkı’ Şiir

İnsan yaşamının tüm ayrıntılarına kucak açan ve mahremiyetinin
sınırlarını alt üst eden kent, aynı zamanda yasaların, tüzüklerin, normların
en can alıcı şekliyle yaşandığı mekânları da sınırları içine alır. Farklılıkla¬
rı, karmaşıklıkları ve özgürlükleri bir arada tutmak müjdesiyle ışıldayan
kentin yüzü, iktidarın ve tek tipleşmenin tahakkümü altında sürekli mo¬
dern insanı cezp eder. Ten’in ve Taş’ın iç içe giren yapısı; insanın mekâ¬
na ve kente sinen ruhu üzerine detaylı çıkarımlarda bulunan Richard
Sennett’e göre “şehir bir iktidar yeri hizmeti görmektedir” (Sennett 2002:
19-20). İkinci Yeni Şiiri içerisinde de otoriteye, yaptırımlara, kentin içe¬
risindeki baskı alanlarına ve iktidara muhalif olan tutumuyla; yaşamın
kenarına itilmiş insanın gerçekliğine en önde işaret eden şair Ece Ay¬
han’dır. (1931 - 2002)

1.

Artık yeter ve yetti patron!

(Gerçeklikte ‘patron’ diye yazılan bir sözcük var mıdır dün¬
yada? Yalnız bir soru bu.) Gerçeklikler, bataklıklarda, patro¬
na benzer bir şey, bir hece bile, olmakla
başlamıştır. Baylar.

(...)

5.

Evet, kimse artık onun peşinde değil. Peki ama gerçeklik ne¬
reye gidiyor? Aşk ve şiir nereye?

Şimdi vaktin padişah ya da padişahları kimdir yahu patron?

(Ayhan 2008: 246-247)

‘Patron’ların ve ‘padişahların’ sürekli yer değiştirdiği kentlerde de¬
ğişmeyerek sabit kalan tek hüküm, ‘gerçeklikler’in aslı olmayan ile yer
değiştirmesi ve sahici olanın daima üzerinin örtülmesidir. Böyle bir or¬
tamda da Ece Ayhan haklı olarak, yukarıda bir kısmını örneklediğimiz
"Patron Ya da Bir Patron!” adlı metninde ‘aşk’ın ve ‘şiir’in nereye doğru
yol aldığını sorar.
“Sıkı Şiir ya da Sivil Şiir” olarak adlandırdığı İkinci
Yeni Şiiri’ni, “taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların oluşturduk¬
larını” ifade eden Ece Ayhan, “toplumun dahi insancıl bir yönü olduğu¬
nun hiçbir zaman unutulmaması gerektiğine inanır” (Ayhan 2002: 13¬
14). Dolayısıyla kentin içerisinde toplumsallaşarak kendi yetilerini körel¬
ten bireyin insanî olandan uzaklaşmasına karşı çıkar. "Ala Ala Hey" adlı
şiirinde

“Ey son taksitlerini yatıranların kentindeki okuyucu!

Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı
Bütünleyemez mi sanıyorsunuz çalışır bir şiir kara
Yukarda parçalanmış yüzleri
Türkiye mezarlığının derinliklerinden çıkarıp”

(Ayhan 2008: 135)

diyerek seslendiği şehrin insanına ‘zulmü’ ve ‘parçalanmış kara yüzleri’
hatırlatır.

Ece Ayhan’ın yaşamları dahi taksite bağlanmış bu memleketin in¬
sanlarına itiraz olarak sunabileceği tek dayanağı vardır:
Sıkı Şiir. Şair tüm
gücünü ve varlığını, otoritede ya da iktidarda değil de bu şiirde bulur.
Çünkü hayatının merkezinde yer verdiği bu şiir ‘karadır’, ‘her işi yapar’,
‘gül kurutur’, ‘erkek emzirir’, ‘mor külhanidir’ ve ‘kentten içeridir’. Ken¬
tin içerisinde sıkışıp kalan, hayatları kimselerin umurunda olmayanların
şiiridir. ‘Yıl sonu müsamerelerine’ çıkarılmayanların şiiridir. Babaları
‘tımarhanede güllabici odunlarla dövülenlerin’ şiiridir. ‘Tüzüklerle çarpı¬
şan’, çarpıştıkça büyüyenlerin şiiridir. ‘İntiharı parasız yatılı küçük zabit
okullarında’ olanların ve ‘emekleri ellerine verilen oğulların’ şiiridir. Fa¬
kat her şeye rağmen ‘kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk’ sakla¬
yanların şiiridir. Ece Ayhan belki de şiire olan bu güveninden dolayı ‘en
geniş zamanlı şiir’i yazmak ister ve "Yort Savul"da kentin içerisinde top-
laşanların kör kuyularına doğru sesini iyice yükseltir:

1.    Atlasları getirin! Tarih atlaslarım!

En geniş zamanlı bir şiir yazacağız

2.    Harbi karşılık verecek ama herkes

Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya:

3.    Bir, yeryüzünde nasıl dağılmıştır

Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?

4.    İki, daha yavuz bir belge var mıdır ha

Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?

5.    Üç, Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır

Nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz?

6.    Nerede kalmıştık? Tarihe ağarken üç ağır yıldız

Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk

7.    Çocuklar! ile bile muhbirler! ve bütün ahali!

Hep birlikte, üç kez, bağırarak, yazınız

8.    Kurşunkalemle de olabilir

Yort savul!

(Ayhan 2008: 119)

Şair, kendisine ve kentin içerisine hapsedilen insana dayatılan, ez¬
berletilen tarihten razı değildir. Bunun için şehrin insanına çok zor gelen
bir durumu, ‘parçalanma’ pahasına bile olsa, göze alır ve ‘gerçeği’ ara¬
mak için soru sorar. Meselelerin, olayların ve nesnelerin aslına ilişkin
aydınlanmak ister. Ayhan, bu zihinsel yolculuğa çıkarken ‘Yort Savul’
nidalarını kimseye temenna etmek için atmaz. Çağlar öncesinden Yunus
Emre’nin dilinde
“Kul pâdişâhsuz olmaz pâdişâh kulsuz degül/Pâdişâhı
kim bileydi kul itmese yort savul”
(Tatcı 1997: 212) şeklinde bir hakikat
ve tavır olarak beliren; modern zamanda ise
yaltaklanmak biçiminde
kentli insanın davranış kalıbı ve tabiatı haline gelen ‘Yort Savul’u, metin¬
de ironize ederek ‘en geniş zamanlı şiiri’nin ayak sesleri olarak duyurur.

Ece Ayhan’ın iktidarın baskı alanlarına işaret ettiği diğer şiirlerinde
olduğu gibi, burada da ‘çocuk’ imgesine müracaat etmesi ayrıca dikkat
çekmektedir. Çocuğun, aydınlık ve geleceğe dair ümit veren imajinatif
göndergesi aynı zamanda, bitmek bilmeyen enerjinin sahibi olarak da
yeni anlam alanlarına kapı aralar.

İkinci Yeni Şiiri’nde kent, bir yaşam alanı olarak ele alındığında
farklı hususiyetleriyle dikkatimizi çeker. Fakat bu metinlerde dahi kent,
bir aşkın, hatıranın barınağı ya da geçmiş anılara sığınılarak bir tür kaçı¬
şın mekânı veya sahip olduğu değerlerle idealize edilen bir yaşam alanı
olarak geleneksel duyuş tarzlarıyla ele alınmaz. Örneğin Yahya Kemal’in,
Ahmet Muhip Dranas’ın, Ziya Osman Saba’nın ya da Necati Cumalı,
Cahit Külebi veya Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirlerinde yer alan, başta
İstanbul olmak üzere, kentlerin bizlere ulaşan sıcaklığı İkinci Yeni Şairle-
ri’nce duyumsanmaz. Bunda da yazımızın en başından bu yana işaret
etmeye çalıştığımız modern kentlerin orta yerinde zamanın tüm gerçekli¬
ğiyle savunmasız ve ontolojik olarak emniyetsiz kalıveren modern insa¬
nın maruz kaldığı trajedinin çok önemli payı vardır.

Bu dönemin şairleri farklı kentlerin güzel buldukları herhangi bir
yanını kendi yaşanmışlıklarından hareketle şiire dâhil etmişlerdir. Örne¬
ğin “Göçebe” şiirinde
“Biliyorsun ben hangi şehirdeysem/Yalnızlığın
başkenti orası”
(2008: 62) diyen Cemal Süreya (1931-1990) Amas¬
ya’nın, Kars’ın, Aydın’ın, Kütahya’nın, Ankara’nın, Yozgat’ın, İstan¬
bul’un ve Van’ın kimi zaman mimarîsine kimi zaman sosyal yapısına
kimi zaman da yaşanmış bir aşka dayalı hususiyetlerine öznel ve ironiye
dayalı üslûbuyla şiirinde dikkat çeker:

(...)

Ay kana kana batıyor

Eşkiyalar gecenin yangınını izliyorlar uzakta

Kargapazarı dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir otobüsteyim

Jandarma daima nesirde kalacaktır

Eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine

Ve bu dağlar böyle eşkiya güzelliği taşıdıkça

Patronun karısını zimmetine geçirip

Amasya'dan Kars'a kaçmakta olan sayman yardımcısıyla

Alevilikten konuşuyoruz uzun süre

Yanımdaki hep bir gazetede Marilyn Monroe'nun resimlerine bakıyor

Mariyln Monroe öldü diyorum ona

Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi

Şimdiyse cennette Nietzsche'nin metresi olması gerekir

Bunları diyorum daha ne varsa diyorum

İşte hiçbir sebep olmadığını sevişmemeye

İşte çocukluğumdan beri içimde bir önsezi olduğunu

Bunun bir gün birine rastlamak gibi bir şey olduğunu

Belki de bir günler bunun için Aydın'da bulunduğumu

Zaten nedense hep bir şehirden bir şehre yolcu olduğumu

İşte eflatun kakalı çocuklar olduğunu Kütahya'da

Ankara'da dokunak Yozgat'ta becerik olduğunu

Van'da güreşçi develer gibi süslediklerini kamyonları

İstanbul'da minarelerin lirik olduğunu köprülerinse dialektik

Acemi bir bulut bozuyor görüntüyü eski bir şarkı gibi

(Cemal Süreya 2008: 61-62)

Son olarak, Cemal Süreya’nın “Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sü¬
rekli Şiir” adlı 6 bölümden oluşan metninden aşağıya alıntılayacağımız
dizelerle II. Yeni Şiiri’nin kent algısı üzerine dikkat çekmeye çalıştığımız
hususlara nokta koymak istiyoruz. Cemal Süreya'nın Ankara özelinden
kentle kurmuş olduğu sahici olamayan bu ilişki, diğer II. Yeni şairlerinin
kente dair duygu değerini de işaret etmesi bakımından önemlidir:

I.

Şu günlerde içkiye düştüm, ondan mıdır bilmem,

Daha çok seviyorum Cansever’i, Uyar’ı, Can Yücel’i
Bir de Fethi Naci’yi, ve elbet Mustafa Kemal’i.

Ankara Ankara

Bir kent değil burası, bir acenta dizisi,

Bir işhanı, bir umumi mümessillik belki,

Büyük mağazalar, bahçeliğe özenen süpermarketler
Tutulmamak üzere verilmiş bir söz gibi.

Sahi kaçıncı sanat oluyordu şu mimari?

Birer önyargı gibi uzuyor çağdaş caminin minareleri.

Opera: içine dikiş gereçleri doldurulmuş ağırlıksız bir keman kutusu,
Osmanlı Bankası davul;

Ve Emlak Kredi'yle başlayan camdan metalden bir melodika ordusu:
Dol (An) kara bakır dol!

(...)

II.

Ankara Ankara

Ey iyi kalplı üvey ana!

(Cemal Süreya 2008: 163, 165)

Kent merkezi olarak Ankara’nın seçildiği bu şiirde Cemal Süreya,
Orhan Veli’den İlhan Berk’e, Cahit Külebi’den Salah Birsel’e, Cahit Sıtkı
Tarancı’dan Metin Altıok’a, ‘tarihinde şairlerin ayak izleri’ yer alan şehir¬
le içerden bir bağ kurmak ister. Fakat Ankara, kötü kentleşmesinden tüke¬
tim merkezi haline gelmesine; iktidar odaklı yüzeysel ilişkilerin kente
hâkim kıldığı yapaylıkla birlikte değerlendirildiğinde sözü edilen bağ da
zayıflamış olur. Dolayısıyla bu kentin şairi içerden sarıp sarmalaması
mümkün olamamış; Ankara, sadece ‘iyi kalpli üvey ana!’ olarak kalmıştır.

II. Yeni şairinin ise aradığı belki de sadece sahici bir 'kucak', bir ana şef¬
katidir.

KAYNAKÇA

AYHAN, Ece (2008), Bütün Yort Savul’lar! - Toplu Şiirler, YKY, İstanbul.
AYHAN, Ece (2002), “Ayağa Kalkarak ‘İkinci Yeni’ Akımı”,
Bir Şiirin Bakır
Çağı,
YKY, İstanbul.

BACHELARD, Gaston (1996), Mekânın Poetikası, (çev. Aykut Derman), Kesit
Yayınları, İstanbul.

CANSEVER, Edip (2007), Sonrası Kalır II - Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul.
CANSEVER, Edip (2008),
Sonrası Kalır I - Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul.
CEMAL Süreya, (2008),
Sevda Sözleri - Bütün Yapıtları Şiirler, YKY, İstanbul.
CEVİZCİ, Ahmet (2005),
Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.

CÜCELOĞLU, Doğan (2005), Özüne Yabancılaşmış insanların Oluşturduğu
‘Mış Gibi’ Yaşamlar,
Remzi Kitabevi, İstanbul.

ECO, Umberto (1996), Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, (çev. K. Atakay), Can
Yayınları, İstanbul.

GASSET, Ortega Y (1999), insan ve Herkes, (çev. N. G. Işık), Metis Yayınları,
İstanbul.

İBN HALDUN (2004), Mukaddime, Haz. S. Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul.
JUNG, Carl Gustav (2003),
Dört Arketip, (çev, Z. A. Yılmazer), Metis Yayınları,
İstanbul.

MARSHALL, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü, (çev. O. Akınhay-D. Kömür¬
cü), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.

MARTİNDALE, Don (2005), “Şehir Kuramı”, Şehir ve Cemiyet. Çev. F. Oruç,
İz Yayınları, İstanbul.

SENNETT, Richard (2002), Ten ve Taş, Çev. T. Birkan, Metis Yayınları, İstan¬
bul.

SİMMEL, Georg (2005), “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, Şehir ve Cemiyet, Çev.
A. Aydoğan, İz Yayınları, İstanbul.

SHAYEGAN, Daryush (1991), Yaralı Bilinç, (çev. H. Bayrı), Metis Yayınları,
İstanbul.

STEİNER, George (2003), Heidegger, (çev. S. Sahra), Hece Yayınları, Ankara.

SVENDSEN, Lars Fr. H. (2008), Sıkıntının Felsefesi, (çev. M. Erşen), Bağlam
Yayınları, İstanbul.

TATCI, Mustafa (1998), Yûnus Emre Dîvânı II Tenkitli Metin, MEB Yayınları,
İstanbul.

UYAR, Turgut (2002), Büyük Saat - Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul.

WİRTH, Louis (2002), “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, 20. Yüzyıl Ken¬
ti,
(çev. B. Duru-A. Alkan), İmge Yayınları, Ankara.

YALOM, Irvın (2001), Varoluşçu Psikoterapi, (çev. Z. İyidoğan Babayiğit),
Kabalcı Yayınları, İstanbul.